20 Şubat 2010 Cumartesi

Isparta Gezisi

Isparta ve yöresini gezme düşüncesi uzunca bir süredir aklımızdaydı. Yıllar önce rotasını tam olarak hatırlayamadığım bir Isparta geçişi yapmıştık ama gerek havanın aşırı yağışlı olması daha da önemlisi geçiş vaktinin geceye denk gelmesi nedeniyle hatırlayabildiğimiz pek bir şey yoktu. Bu sefer sadece bir gün öncesinden karar vermiştik ve herkes yılbaşı akşamı yorgunluğundayken, ailece 2010 yılının ilk günü sabahın 07.30’unda yola çıktığımızda senenin ilk keşfi başlamıştı.

Türkiye’nin dört bir yanında hemen her gün gezilecek yeni bir yerin açığa çıktığı (yaklaşık 15 tv kanalında yayınlanan gezi programlarının sayesinde!) bir dönemde tv’de Isparta ve yöresini bir türlü göremediğimizi söylemeliyim. Tek bir istisna ile; o da Eğirdir. Tabii ki Eğirdir çok güzel ama yola çıkmadan düşüncemiz, Isparta ve çevresinde en az Eğirdir kadar görülmesi gereken bir sürü yerin var olduğuydu.

Yukarıda bahsettiğim üzere sabahın erken vaktinde -saat 07.30 civarında iken- yollara döküldük. Gezimiz sadece Ocak 1 ve 2’yi kapsayan “iki” günlük kısa bir macera olacağı için tez hareket etmek ve görülmesi gereken yerlere sağlıklı bir şekilde bir an önce varmak ilk hedefti. Rotamızı harita üzerinden –yol şartlarını tam olarak bilmeden- belirledik. Yolculuğun ilk gün hedefi Ankara’dan Isparta’ya ulaşmaktı. Ankara’dan Isparta’ya gidiş ağırlıklı olarak 3 rota üzerinden uyapılabilmekte:
Ankara-Afyon-Dinar-Isparta (Mesafe uzun ve seyir zevki zayıf ancak yol şartları en çok tavsiye edilen rota)
Ankara-Polatlı-Yunak-Akşehir- Bağkonak-Yalvaç-Barla-Isparta
Ankara-Polatlı-Sivrihisar-Emirdağ-Bolvadin-Çay-Sultandağı-Akşehir-Bağkonak-Yalvaç-Barla-Isparta

Tercih ettiğimiz rota (mesafe, yol ve hava şartları unsurlarını göz ardı ederek), seyir zevkinin en fazla olacağını düşündüğümüz üçüncü rotaydı. Bunun için de; ilk gün yolculuğunun hedefi ilk olarak Ankara’dan Akşehir’e varmak; ardından Akşehir-Eğirdir gölünün batı tarafı üzerinden Isparta’ya ulaşmak olacaktı. İkinci gün -yani dönüş rotası ise- ise Isparta-Eğirdir ve Gelendost üzerinden devam ederek Eğirdir gölünün doğu tarafı üzerinden tekrar Akşehir’e ve oradan da Ankara’ya varacaktık. Dolayısıyla harita üzerinde baktığınızda Ankara-Isparta arasında adeta bir “kement” atarak bu keyifli yolculuk yapılacaktı.

Ankara’dan Akşehir’e: Emirdağ Yol Ayrımı

Ankara'dan Isparta’ya doğru yola çıktığımızda Afyon yolunda seyir almaya başladık. Polatlı ve Sivrihisar’ı geçtikten sonra Emirdağ yol ayrımına kadar olan mesafe yaklaşık 169 km. Bu ara zaten birçoğumuzun bildiği Ankara’yı güneye ve batıya bağlayan yol olduğu için üzerinde durmuyorum. Emirdağ yol ayrımından 10 km devam ettikten sonra Emirdağ ilçe merkezine ulaşıyorsunuz. İlçe merkezi yolun sağ tarafında kalıyor. Fazla oyalanmadan Emirdağ’ı geçerek Bolvadin’e doğru yol almaya başladık. Bu aranın coğrafi yapısı Ankara-Sivrihisar arası ile kıyasladığınızda oldukça etkileci. Bitki örtüsü hafif hafif seyrelmeye ve yeşillenmeye başlıyor. Yolun kenarında dereleri görebiliyorsunuz ve genişçe bir vadiden geçiyorsunuz. Özellikle yol, şehir trafiğinden bıkmış olan ve araba sürmeyi sevenler için fena değil. Bu arada mevsim icabı aşırı rüzgar vardı. Bir ara bir şeyler atıştırmak için dere kenarında duralım dedik ama rüzgar nedeniyle arabaya sığındık. Ancak yaz mevsiminde bu vadiden bir kere daha geçmeyi isterim.

Bolvadin, Çay ve Eber Gölü

Emirdağ-Bolvadin arası yaklaşık 41 km. Bolvadin, yıllar itibariyle verdiği büyük göçe rağmen Afyon’un en büyük ilçesi. Dönüş yolunda içine girdiğimiz için düşüncelerimi o kısma saklıyorum ancak bu kısımda söyleyebileceğim yolun sol tarafına kalması ve Anadolu’nun en eski yerleşim birimlerinden biri olması. Hedefimiz buraları detaylı gezmek olmadığı için göremedik ama ilçe merkezine 37 km uzakta olduğu söylenen Heybeli Termal tesisleri buralarda çok meşhur.

Bolvadin’de hiç eğleşmeden yola devam ederek geniş bir ovayı geçerek Çay ilçesine vardık. Bolvadin-Çay arası (13 km), bize bundan sonra karşılaşacağımız verimli tarlalara dair sağlam bir ipucu veriyor. Sağlı sollu tarıma yönelik tarlalar mevcut. Tabii bunda ucundan gördüğümüz Eber gölünün katkısı çok fazla. İşte meşhur “göller yöresi”nin gördüğümüz ilk eseri. Eber gölü, Bolvadin-Çay arasına haritanın sol tarafına düşüyor. Fazla vaktimiz olmadığı için bu güzel gölü çok fazla seyir eyleyemedik. Aslında bu gezide en çok tekrarladığım cümle “keşke bir haftalığına bu yöreye gelseydik” oldu. Üzerinde yüzlerce yüzen adacık bulunan ve onlarca türe ev sahipliği yapan bu ada bilinçsiz sulama ve politikalar yüzünden küçülmekte ve bu küçülme hemen komşusu Akşehir gölünü de etkilemekte.

Akşehir Gölü ve Sultandağının Eteklerinde

Çay ilçesinin kenarından geçerek yol almaya devam ettiğinizde, kısa bir mesafe sonra Türkiye’nin tarım depolarından birine geldiğinizi anlıyorsunuz. Yolun sağında Sultandağı eteklerine kadar uzanan, solunda ise Akşehir Gölü eteklerine kadar uzanan son derece bakımlı “kiraz”, vişne ve elma ağırlıklı bir nevi uçsuz bucaksız tarlalar. Dünyada Napolyon Kirazı adıyla ünlenen birinci sınıf kirazlar işte burada yetişiyor. Bir taraftan buna seviniyorsunuz ancak diğer taraftan yolun hemen solundaki Akşehir Gölünün bilinçsiz kullanım yüzünden hemen her gün erimesi ise...

Çay ile Akşehir arasında gezginlerin dikkat etmesi gereken çok önemli bir nokta var: o da trafiğin çok yoğun olması ve yolun her tarafından traktör ve diğer tarım araçlarının bir anda karşınıza çıkması. Bu arada yolda göreceğiniz traktörler başka yörelerdekinden çok farklı ve ilginç. Kalabalık yolda aşağı yukarı tüm büyük marketlerin tırlarına rastlayabilirsiniz. Ankara’daki marketlerde yediğiniz kirazların, vişnelerin ve elmaların çoğu buradan gelmekte. Yolun kenarlarında birçok soğuk hava deposu ve meyve işleme tesisi diyebileceğiniz işletmeler görüyorsunuz. Akşehir yolu üzerinde Sultandağı eteklerine yol almak ise çok başka bir zevk. Dağ yeşillikler kaplı ve buradan gelen suyun yörenin meyveciliğine ve doğal-coğrafi yapısına katkısı çok fazla.

Akşehir: Nasreddin Hoca'nın Memleketi

Çay ilçesinden itibaren 48 km sonra Nasreddin Hocanın memleketine varıyorsunuz. Seyahatimizin ilk önemli molası işte burada, yani Akşehir’de başlıyor. Akşehir, Krallar Yolu'nun üzerinde bir kent. Dolayısıyla tarihte çok önemli bir konumu olmuş, aynı günümüzdeki önemi gibi. Konya’ya bağlı bir ilçe ancak Afyon’a çok daha yakın. Nüfusu ise 60.000’in üzerinde. Şehir merkezi, sahip olduğu nüfusa paralel olarak oldukça büyük. Nasreddin Hocanın türbesi ise, şehir merkezinde yer alan mezarlığın içerisinde.


Hocanın türbesi, mezarlığın tam orta yerinde bulunuyor ve adet olduğu üzere mezarlık çeşmelerle dolu. Türbenin tavanını yeşil bir kubbe kaplamakta ve bu kubbe on iki adet sütun tarafından taşınmakta. Türbenin oldukça ferah biryapısı var. Mezarlığın hemen girişinde hediyelik eşya satılan küçük bir mağaza, hemen dışında ise aynı işi yapan üç-dört küçük dükkan bulunmaktadır.


Mezarlığın hemen karşısında yukarıdaki dağdan gelen su için bir kanal yapılmış ve şehrin yazlık dinlenme mekanı olan Hıdırlığa hemen bu kanalın solundaki yoldan gidiliyor. Ocak ayı itibariyle Hıdırlık'ta in cin top oynuyor ama bu haliyle de ayrı bir güzel. Daha önceki gelişimde yaz mevsimiydi ve iğne atsanız yere düşmeyecek bir hal vardı. Hıdırlık, Akşehir’e tepeden bakıyor. Karadeniz şehirlerindeki Boztepe’lerin buradaki versiyonu. Sıcak yaz akşamlarında burası Akşehirlilere nefes aldıran yegane yer. Hıdırlık, dev çınar ağacı ve ardındaki yemyeşil çam ağaçlarıyla görülmeye değer bir mekan.


Akşehir-Yalvaç Arasında İlk Mola

Akşehir şehir merkezinden Yalvaç tabelasını takip ederek yavaş yavaş tırmanmaya başladığınızda, sizleri güzel bir yol keyfinin beklediğini asla tahmin edemeyeceksiniz. Önce oldukça virajlı sağlam bir rampa çıkıyorsunuz. Rampayı çıkarken, uygun bir noktada muhakkak durun ve Akşehir ilçe merkezi ile Akşehir gölünü (Hocanın meşhur mayasının çalındığı) tepeden seyredin. Bu nokta fotoğrafçılar için iyi bir nokta. Nitekim, ailemizin fotoğraf sorumlusu buradaki güzel görüntüyü asla atlamak istemedi. Unutmadan buradaki dağlar maden bakımından zengin. Zira, dağlar sahip olduğu madenler eşliğinde parıldıyor.

Bu kısa moladan sonra vadi içerisinde devam ediyorsunuz. Sultandağları burada uzanmaya devam ediyor ve yegane güzel olan manzara değil. Bu arada yollar oldukça geniş, asfalt çok iyi-pürüzsüz ve arabanızı hiç yormacak bir halde. Yani gezi için son derece elverişli. Vadi içerisindeki ilerlerken hemen yolun sağ tarafında pırıl pırıl suyu olan bir çeşme ile karşılaşıyoruz. Çeşmeye kısacık bi tahta yolla ulaşıyorsunuz. Dağlardan geldiği belli ancak su kalitesi beklentimizin biraz altında kalıyor. Yine de, otoyollarda dinlenme tesislerinin lavabolarına mahkum olan bizlere böyle bir imkan harika geliyor.


Yellibel Geçidi ve Bağkonak

Bu çeşme molasından sonra yol sizi “Yellibel” geçidine ulaştırıyor. Akşehir ile burası yaklaşık 17 km. Geçit 1660 m. yüksekliğinde. Bu yüksekliğin ne ifade ettiğini, dönüş yolunda burayı aşarken yaşadığımız kar yağışı bize çok açık bir biçimde ifade etti. Yellibel geçidini de aştıktan sonra yol biraz daralıyor. Geniş yollardan sıkılan araba tutkunlarına burayı şiddetle tavsiye ediyorum. Çünkü; yol dar, viraj inip çıkıyorsunuz ve etrafınızdaki manzara da çok güzel. Daha ne istenebilir ki. İşte bu dar yolda hafif bir virajın ardından bir bakıyorsunuz ki aşağıda yemyeşil sulara sahip bir baraj gölü. Hemen arabanızı durdurun ve fotoğraflara sarılın, zira görüntü çok iyi. Aslında dik inişi problem etmezseniz, yürüyerek aşağı inebilir ve trekking yapabilirsiniz. Biz sadece manzara ile yetindik. Baraj gölünün hemen altında ise Bağkonak sizi karşılayacak. İniş yolunu hemen ağzında ve evler adeta araba ile üstüne çıkacağınız kadar yola mevzili inşa edilmiş. Yellibel ile Bağkonak arası 15 km civarında, Bağkonak’tan 3 km sonra ise bir kavşakla karşılaşacaksınız. Güneye inen yol Şarkikaraağaca, kuzeye giden yol ise Yalvaç’a çıkıyor.


Bu kavşaktan kuzeye giden yolu takip ettiğimizde inişli çıkışlı bayırlar ve çok da gür sayılmayabilecek bitki örtüsü eşliğinde Yalvaç’a ulaşıyorsunuz. Akşehir-Yalvaç arası 50 km. civarında. Söylemem gereken ilk şey Yalvaç’ın çok ve çok özel bir kent olduğu. Yalvaç, Eğirdir ile birlikte bu yörede gezilebilecek en dolu iki yerleşim biriminden biri. Eğirdir ile ilgili bir beklentiniz muhakkak vardır ama Yalvaç sizi beklentiye sokmadan etkileyen ve muhakkak görmeniz gereken üst düzey bir gezi noktası. Girişinde küçücük bir kenttir diye tahmin ediyordunuz ama içi adeta bir derya olarak size ders veriyor..

Yalvaç: Antik Pisidia'nın Başkenti

Deri Fabrikası Harabeleri

Şehrin giriş noktasından itibaren hafif bir iniş var ve iki tarafta tek katlı evlerle dolu. Bu yol sizi doğrudan eski deri fabrikasına çıkarıyor. Yalvaçtaki ilk durağımız eski deri fabrikası. Burası aynı zamanda Hisardı köyüne giden yol ve restorayon edilen bu fabrikanın karşısında birazdan anlatacağımız antik kentin sınırlarını görüyorsunuz. Deri fabrikası Yalvaç ilçe merkezinin doğu tarafında yer alıyor ve burada ne ile karşılaştığınızı size anlatan herhangi bir tabela vs. yok. Tuğla ağırlıklı bu harabe bina Cumhuriyetin ilk yıllarında inşa edilmiş. Hemen önündeki yolda ise sanırım Belediye tarafından buraya yerleştirilmiş bir şimendifer ve birkaç farklı yan alet var. Sanıyorum burada restorasyon var ve buna çok sevindiğimi ifade etmem lazım çünkü bu haliyle oldukça kötü görünüyor.


Antiocheia

Fabrika kalıntılarının hemen karşısındaki yoldan yaklaşık 1 km devam ederek yolun sağına döndüğünüzde, kaldırımın yanına park etmiş tur otobüsleri size antik kente ulaştığınızı haber verecektir. Burası Yalvaç’taki ikinci durağımız olan antik kent “Antiocheia” ya da “Pisidia Antiocheia”. Yalvaç’taki bu antik kent sanıyorum Efes, Assos ve Telmessos gibi çoğumuzun haberdar olduğu bir yer değil. Ancak bahsedeceğim üzere sadece burayı görmek için yurtdışından gelenlerin olması Antiocheia’nın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Unutmadan Antiocheia, zamanının Efes’ten sonraki en büyük kentiymiş.


Burası tarihteki Pisidia bölgesinin başkenti ve adını aldığı kurucusu tarafından M.Ö. III. yy.da kurulmuş. Ancak buranın esas önemi Hristiyanlar için çok önemli bir şahsiyet olan Aziz Paul’dan kaynaklanıyor. Hristiyanlığın ilk dönemlerinde Aziz Paul ve Aziz Bernabas yeni dini yayabilme umuduyla Anadoluya gelmiş ve yaptıkları üç önemli seferin ilkinde Antakya, ikincisinde ise Antiocheia'yi seçmişlerdir. Haliyle Antiocheia Hristiyanlar için önemli bir dini merkez.

Gelelim antik kentin bugünkü haline. Efes gibi hayal etmeyin, o kadar korunmuş değil. Keşke kentin eski haşmetine dair daha çok şey görebilmek mümkün olsa. Kentin iyi zamanlarına ilişkin müzede gördüğüm çizim çok ve çok etkileyici. Müthiş planlı ve zengin bir şehirmiş anlaşılan. Ama kent bayağı hırpalanmış. Tellerle çevrilmiş antik kent sahasının girişinde sizleri Kültür Bakanlığından bir görevli karşılıyor. Giriş 3 TL ancak müze kartınız varsa ona da gerek yok. Hafif bir eğim çıkıyorsunuz ve kentin giriş kapısının kalıntıları olduğu açıkça belli büyük ve şekilli parçalar sizi karşılıyor. Açıkça belli, kentin son derece haşmetli ve sıkı korunan bir girişi varmış. Kapıyı girdiğinizde geniş bir avlu ve kenarlarda küçük küçük odalar olduğunu hemen anlıyorsunuz.

Sizlere kentle ilgili bilgi verebileceğim ilk yer Augustus Tapınağı. Tapınağın bulunduğu alan antik kentin en yüksek yerindeki kutsal alan. Canlandırma resmindeki ihtişamına bakılırsa burası kentin en ihtişamlı parçalarından biriymiş. Tapınak, doğal kayalardan imal edilmiş ve ölen imparatorun adına yapılmış. İkinci durağımız tiyatro. Tiyatro çok büyük olmamasına rağmen gösterişli ancak çok tahrip olmuş. Yanından geçen ana cadde üzerinde bastığınız taşlar sizi alıp götürüyor. Bu arada hava şartları bize kıyak geçiyor ve Ocak 1’de olmamıza rağmen hava hafif rüzgarlı ve yukarıdan güneş bize ara ara gülümsüyor. 5000 kişilik olduğu tahmin edilen tiyatroyu ardımızda bırakarak kentin diğer kısımlarına yöneliyoruz.


46 hektarlık alanda kurulmuş olan ve merkezindeki dar sokaklardan çeşitli rotalar eşliğinde farklı yapılarını keşfetmeye çalıştığımız bu şehir meraklıları için bulunmaz. Biz her şeye burada yer vermek istemiyoruz ancak burası tam bir gezi alanı. Roma hamamı, Aziz Paul kilisesi, hala ayakta duran su kemerlerini ve özellikle gladyatörlerin mücadele ettiği bilinen Stadium’u karış karış dolaşarak, çok bilinmeyen bu kenti keşfetmeyi sizlere şiddetle öneririm. Buraya kadar kenti metheden bir yaklaşımımız oldu ancak şunu da söylemek lazım. Bizde arkeoloji halen yabancılar olmadan yapılamıyor. Çünkü gerekli fon ağırlıklı olarak onlar tarafından sağlanıyor. Ve yapılan da sadece yer altındaki çıkarıp yan yana koyarak sıralamak. Tabii ki bunu küçümsemiyorum ama böyle bir hazine daha iyi araştırılarak anlatılmalı.


Yalvaç Müzesi

Antiocheia’dan ayrıldıktan sonra kent merkezine geliyoruz. Burası her haliyle Selçuklu-Osmanlı havası kokan güzel bir kent. Bizi şaşırtan bir müze ile karşılaşıyoruz. Yalvaç’ta Kültür Bakanlığının bir müzesi var ve içindeki eserler antik kentten kaynaklanan bir zenginliğie sahip. Buraya giriş ücretsiz, flaş kullanmadan fotoğraf da çekebiliyorsunuz. Tek katlı ancak içindeki eserler harikulade. Zeus heykelinden tutun, antik kentten getirilen sütunlara kadar bir çok eser var. Müzenin kısımlarını iyi ayarlamışlar. Yine müzenin bahçesinde bir çok kalıntı eser var. Müzeye olan saygımızdan dolayı burayla ilgili fotoğraflarımız sadece bahçede sergilenen eserlerden ibaret olacak. Unutmadan, müze antik dönem eserleri ile sınırlı değil. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi izleri de burada mevcut.


Devlethan ve Yeni Camii, Bedesten ve Lezzetli Yalvaç Eti

Müzeden çıktıktan sonra, şehir merkezine doğru yol alıyoruz. Birbirine çok yakın iki tarihi ve büyük cami sizi karşılıyor. Devlethan Camii’nin 14. yy eseri olduğu tahmin ediliyor. Yeni Camii ise 19. yy eseri. İkisi de kent merkezine tarih ve haşmet katmış. Hemen arkalarındaki Ayakkabıcılar Bedestenini görmeden ayrılmayın zira iyi korunmuş bir Selçuklu eseri. Bedestenin farklı bir kapısından çıktığımızda karşımıza bir kebapçı çıkıyor. Deneyelim mi diye düşünürken, giriveriyoruz içine “Kervan Urfa Sofrası”nın. İyi ki de girmişiz, kesinlikle tavsiye ederim. Yediğimiz adana kebabı harikaydı. Sanıyorum yörenin etlerinin hepsi lezzetli. Fiyat ise Ankara’da vereceğinizin yarısı kadar.

Çınaraltı

Yalvaç’taki son durağımız ise asırlık çınar. Tam kentin orta yerinde. Etrafında bir sürü kahvehane. Çınarın altına masaları atmışlar. Ayak üstü çay içenler dışarıda bu masalarda, oyun oynayanlar ise içeride eyleşiyorlar. Biz de birer çay içmeye karar veriyoruz. Siz de aynısını yapın. Çay içerken bir ara küçük bir kentte bulunmanın zevkini, cadde-sokak hareketini yaşıyorsunuz; bir ara Selçuklu-Osmanlı dönemi eserleri karşınızda o dönemi hayal edebiliyorsunuz, yani iyi bir dinleniyorsunuz. Çınarın dallarına mecburen dayanak koymuşlar zira çınar yaklaşık 800 yaşında ve çok iyi görünüyor, maşallah. Son cümle; buranın insanı yabancı olduğunuzu anlayınca size hemen ilgi gösteriyor ve diyaloğa giriyor, bu da oldukça güzel.


Eğirdir Gölü

Hiç tahmin etmeyeceğimiz bir süreyi keyifle geçirdikten sonra temiz Yalvaç’a şimdilik veda ederek yolumuza devam ediyoruz. Hedef Eğirdir gölünün batı yakası üzerinden Barla’ya ulaşmak. Önce dar bir yol size eşlik ediyor. Sonra yol genişliyor ancak bu seferde sürüş keyfini ve manzaranın güzelliğini artıran kıvrımlar başlıyor. Bir bakıyorsunuz ki Eğirdir gölü. Gölü anlatmadan şunu söylemem lazım: Bir ara hafızanızdan silinen verimli tarlaları boy boy tekrar görmeye başlıyorsunuz. Her taraf ağırlıklı elmanın olduğu meyve ve sebze alanı. Boş yere buraya Türkiye’nin elma deposu demiyorlar anlaşılan. Halkın durumu da buna paralel olarak iyi görünüyor. Çünkü tarlası olan herkes bu verimden nasibini alıyor. Buranın kırsalı bir Karadeniz ya da İç Anadolu gibi değil. Allah vergisi doğa, iklim ve arazinin yanında Devletin bu yöreye yatırımını da göz ardı etmemek lazım. Ta 1970’lerden bu yana DSİ buraya sağlam yatırım yapmış. Bunu yol kenarında etrafa bakan herkes sezebilir. Göreceğiniz her yerde DSİ sulama kanalları. Isparta adına çok güzel ama insanın aklına gelmiyor değil. Sulama böylesine refahı artıran bir güçse neden başka yerlerde bu kadar DSİ kanalı görmiyoruz!

Mevsim itibariyle hava biraz kapanıyor çünkü birazdan gün ışığı kararacak. Eğirdir gölü, göller yöresinde gördüğümüz üçüncü göl. Türkiye’nin 4. büyük gölü. Baktığınızda sanki bir göl gibi değil, tam bir deniz havası var. Mevsim icabı göl suları dalgalı, sanıyorum görmekte olduğumuz balıkçılar oldukça zordalar çünkü tekne bir o tarafa devriliyor bir bu tarafa. Gölün yüzeyini kısım kısım sazlıklar kaplamış. Gölün etrafındaki yolu yapanlar sağ olsunlar çünkü seyirli bir vaziyet bir tarafınızda göl diğer tarafınızda meyve bahçeleri yol alıyorsunuz. Ülkemizin en büyük doğal tatlı su gölü olan Eğirdir Gölünün kuzey kısmına Hoyran gölü de deniliyor. Göle ilişkin dikkat çeken bir nokta da farklı türden su kuşlarına ev sahipliği yapması. Gölün hemen her hattında ayrı bir kuş sürüsü konaklıyor.


Barla

Yalvaç’tan yaklaşık... km sonra yolun hemen sağ tarafında bir tabela görüyorsunuz. Barla diye. Burası küçücük ama çok güzel bir kent. Adeta bir koridor gibi. Tepesindeki Akdeniz bölgesinin en yüksek ikinci dağı olan Barla dağından aldığı esintiyi aşağısındaki ülkemizin dördüncü büyük gölü olan Eğirdir gölüne ulşatıran bir koridor. Barla dağı (Çam dağı yada Gelincik dağı isimleri de kullanılıyor) dağcılar için özel bir öneme sahip ve senenin belli dönemlerinde buraya tırmanışlar düzenleniyor. Dağın eteğinde güzel bir de otel var. Biz mevsim icabı off-road bir araca sahip olmadığımız için tepeleri karlı olan bu güzel dağın içine nüfuz edemedik ancak kış hariç buraya gelirseniz yürüyerek dahi tepeye ulaşmayı denemenizi tavsiye ederim.

Barla küçük bir nüfusa sahip evler seyrek hemen karşısında bomboş tepeler hakim. Barla’yı popüler hale getiren bir diğer özellik Said-i Nursi’nin belli bir dönem burada kalmış ve eserlerinin bir kısmın burada yazmış olması. Kente girdiğinizde zaten tabelalarla yönlendiriliyorsunuz bu mekanlara. Önce arabanızı çekebileceğiniz bir genişlik var. Burası yaz-kış ziyarete gelen insanlarla dolu. Arabadan indiğinizde daracık bir sokaktan hafifçe tırmanıyorsunuz. Sağda burada oturanların yaşamlarını sürdürdükleri güzel evler, solda ise hediyelik eşya satanlar dükkanlar. Bahsettiğimiz hediyelik eşya dükkanları da sattıkları gül ürünleriyle size gül diyarı Isparta’ya hoş geldiniz diyor. 100 metrelik bir tırmanıştan sonra son derece hürmet edilen mekana ulaşıyorsunuz. Said-i Nursi’nin üzerindeki tahta köşkte ibadet ettiği ve bugüne kadar korunmuş olan çınar ağacı. Bugün bu çınar ağacına çıkılan ev bir nevi müze haline getirilmiş. Tüm ziyaretçiler buraya çıkıyor. İçeride dini kitapların yer aldığı küçük bir kütüphane de yapılmış. Burası insanların manevi olarak fazlasıyla etkilendikleri hoş bir yer.


Barla’daki son ziyaret noktamız Cennet Bahçesi. Muhakkak görün. Görmeyi umduğunuz yer ile göreceğiniz güzel bahçe emin olun ki çok farklı olacak. Öncelikle karşınıza “Cennet Bahçesi” diye bir tabela çıkıyor. Sanıyorsunuz ki küçük ve öylesine bir yer. Ama bayağı sağlam bir merdiven indikten sonra kat kat harika bir şekilde işlenmiş mükemmel bir bahçe karşınıza çıkıveriyor. Yer yer havuzcuklar, yer yere tahta köprücükler beliriyor. Bir de küçük dereler gibi oluşturulmuş su yolları. Burada çok güzel oturma mekanları da yaratılmış. Bahçe boyuna olduğu kadar enine de genişledikçe genişliyor. Burada bayağı vakit geçirdik. Bitmek bilmeyen merdivenleri zevkle çıktığımızda gezinin en keyifli noktalarından birine daha elveda diyorduk.

Isparta Merkez

Artık hava kararıyor ve Isparta’ya doğru tekrar yol alıyoruz. Yolu tam olarak bilmiyoruz ama tabelalar çok iyi bir biçimde bizi Isparta’ya ulaştırıyor. Barla’dan burası ...km. Ankara’dan itibaren yaptığımız yol ise .. km. Karanlıkta Isparta’ya giriyoruz. Yağmur serpiştiriyor gibi sanki. Isparta’ya girerken geniş ve pek de kalabalık olmayan bir yoldan gidiyoruz. Yolun kenarlarındaki ağaçlar Isparta’nın yeşilliğini size anlatacaktır. Bir ara karşımızda bir dağ beliriyor ve tahmin ettiğimiz üzere burası meşhur Davraz’a giden yol.

Isparta şehir merkezinden geçerek ikamet edeceğimiz yere doğru yöneliyoruz. Geçtiğimiz yolun ana merkez olduğunu anlamış durumdayız Belediye Sarayını da gördükten sonra. Yerleşip biraz dinlendikten sonra saat 19.00 gibi Isparta merkeze doğru tekrar yöneliyoruz. Ankara’dan çıkalı tam 12 saat olmuş durumda, geçirdiğimiz bu 12 saatin nasıl dolu seyrettiğini sanırım yazılanlardan siz de çıkarabiliyorsunuz. Artık maceranın devam ettiği yer hareketli ve soğuk Isparta sokakları.

Isparta ile Sparta arasındaki bağlantıyı (tabii var olduğunu kurgulayarak) hep merak ederdim. Bilirsiniz Sparta, Eski Yunanda bir polis, yani bir şehir devleti. Ancak bu ikisi arasında bağlantı yokmuş. Isparta ismi sırasıyla Baris, Sbarita ve İsbarita ve Isparta olarak türemiş. Osmanlı devrinde Isparta sancağına Hamidâbâd, sancak merkezine de Isparta denmekte imiş. Isparta sokaklarını gezerken düşündüğüm ilk şey buranın sandığımdan daha küçük, derli toplu ve ferah olmasıydı. 180.000’in biraz üzerinde nüfusu var bu güzel kentin.

Şehrin ana caddeleri oldukça temiz, bu güzel bir özellik. Sokaklar fazla geniş değil ve yürümeye elverişli. Ankara’da insanı yürümekten nefret ettirecek biçimde yapılan kaldırım ve yol düzenine kıyasla burası oldukça elverişli. Gece ilerledikçe soğukta etkisini göstermeye başlıyor. Bir ara görüyoruz ve tam gençlere yönelik mi düşünürken, Isparta’daki öğrenci gerçeği ile karşılaşıyoruz. Öğrenci bu kente ayrı bir güzellik katmış. Açık söyleyeyim, ben her kentte üniversite kurulmasına aşırı derecede kaşıyım. Çünkü öyle kentler var kii, üniversite açılması ne kente ne de öğrenciye amaçlanan faydayı sağlayamıyor, hatta tam tersi çeşitli biçimlerde karşılıklı zararlara bile yol açıyor. Ama Isparta öyle değil. Eminim ki öğrenciler ve kent birbirlerini destekliyor. Yürüdüğüm ara sokak bunun en güzel kanıtı. Daracık iki tarfında kitapçı, cafe vb. güzel güzel mekanlar açılmış. Birkaç tane pastane gördüm, hepsi de şık.

Belediye Başkanlığı Isparta merkezin tam ortasında. Eğer burayı merkez alırsanız gezi rotanız oldukça kolaylaşacaktır. Burada gezilecek yerler geneldebu civarda. İstasyon caddesi, Hastane Caddesi, Mimar Sinan Caddesi, Cumhuriyet Caddesi. İşte hepsi bu civarda. Artık iyice soğuyan havayla birlikte bir şeyler yiyerek dinlenmeye çekilmenin vaktinin geldiğini anlıyorsunuz. Girdiğimiz lokantanın adı Başkent Lokantası. Mimar Sinan caddesi üzerinde. Diğer bir deyişle Isparta’nın meşhur gül ürünleri satan dükkanlarının olduğu cadde üzerinde. Bu lokantadan da aynen Yalvaç’ta olduğu gibi fiyat ve lezzet bakımından memnun ayrılıyoruz. Ustanın şiş köftesi çok hoşumuza gidiyor ve ertesi gün öğle yemeğini de burada yiyoruz.

Kaldığımız yer merkeze biraz mesafeli olan Halıkent’te. Ocak 1 üzerimizden eksik etmediği güneşi ile bize iyi gezme imkanı tanıdı ancak kaldığımız yerin pencerelerinde dahi hissedilen dışarıdaki esinti yarının bu denli elverişli olmayacağını bize işaret etmekte.

Ocak 2. Serüven devam ediyor. Gece tahmin ettiğimiz gibi hava bugün biraz daha sert olacak. Ancak bu tabiiki bizi durduramaz. Kahvaltı yaptıktan ve ufak bir krizi!!! hızla atlattıktan sonra yollara düşüyoruz. Gece tam olarak göremediğimiz Isparta sokaklarına geri dönüyoruz. Arabayı elverilşli bir yere çekerek başlıyoruz sokakları gezmeye. Yağan yağmur bizi bazen bir yerlere sığınmaya zorlasa da tatlı bir ortam bu şehirde. Sizi çeken şeyler var. Merkezde çok fazla ve güzel tarihi cami ve bina var bu şehirde. Halen kamu kurumları tarafından kullanılan çoğu binanın Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinden (belli tadilatlar geçirerek) sapasağlam bu dönem gelmesi çok önemli. Mesela Milli Eğitim Müdürlüğü binasının ilk inşası 1861 yılına ait. Bunun gibi bir çok bina var. Valilik, Dağ Komando Komutanlığı Binası vb. Dolayısıyla bu şehirde eski mimarinin izlerini çok kolay bulmanız mümkün.

Peygamber Camii

Isparta merkezde birçok tarihi cami var. Bunlardan bizi en çok etkileyeni Peygamber (Kavaklı-Abdi Paşa) Camisi oldu. Eğer yolunu düşerse ve imkanınız olursa “bulutlu bir günde” muhakkak bu camini avlusuna girin. Gökyüzüne bakın ve caminin minaresinden bulutları geçişini seyredin. Eminimki bu caminin yerinin seçilmesinde ve minaresinin inşa edilmesinde bir farklılık var. Dediğimi yapın ne demek istediğimi anlayacak ve bana teşekkür edecekseniz. Burada farklı bir şey var ve bu anlatarak değil hissedilerek yaşanmalı.


Kutlubey Camii

Bu yöredeki tüm camilerin sütunları birbirine benzer ve diğer Anadolu camilerinden farklılık arz ediyor. Peygamber Camii de bu şekilde yükseliyor. Bu caminin diğer bir özelliği de içindeki çinilerle meşhur olması. Kutlubey yada Ulucami ise bir diğer önemli yapıt. Tarihi ta 1430’lara dayanıyor. II.Abdülhamid döneminde yenilenmiş son halini 1922’de almış. Caminin içi çok ferah, dışında ise adını aldığı Kutlubey’in mezarı mevcut. Bunlar dışında Hızırbey ve Mimar Sinan Camileri görülmesi gereken diğer yerler. Tarihi hamamları da unutmayalım. Ara sokaklarda dolaşırken simitçiden bir tane de simit alarak gül ürünlerinin satıldığı dükkanlara yöneliyoruz.

Isparta Gül Ürünleri

Burada çeşit çeşit ürün var. İyi bir sektör geliştirmişler gül ile alakalı. Parfüm, sabun, kolonya, kokulu tespih, mumluk ne ararsanız var. Aynı Malatya’nın kayısı ürünleri gibi. Dükkanlarda çeşitli boylarda sepetler içine konulmuş ürünler var. İçine konulan ürün sayısına göre sepet de fiyat da artıyor. En küçük boy 5 TL, büyük boyu ise 15 TL. Hediyelikleri de aldıktan sonra arabaya dönüyor, havanın yağışı ile birlikte Isparta’ya veda ediyoruz.

Dönüş Yolu; Eğirdir’e Doğru

Artık dönüş başladı. Tabii dönüş derken gezi devam ediyor. Çünkü döneceğimiz rota Eğirdir ilçesi üzerinden gölün doğu yakasını dolaşarak Gelendost ilçesine ulaşacak oradan da Yalvaç’a çıkarak kementi atmak ve geldiğimiz yolu bularak Akşehir üzerinden Ankara’ya dönmek. Evet ikinci gün hedefi, gezinin ikinci temel ayağını oluşturan Eğirdir gölü kıyısındaki Eğirdir ilçesini keşfetmek.

Isparta’yı terk ederken benzinimizi sonuna kadar dolduruyor ve yağmur eşliğinde yola koyuluyoruz. Kısa bir yol kaybından sonra etraftaki birilerindan yol tarifi alıyoruz ve hızlı bir “u” dönüşü çektikten sonra “eğirdir” tabelasını bularak yola devam ediyoruz. Eğer Isparta merkezden Atatürk bulvarını bulursanız burası sizi doğrudan Eğirdir yoluna çıkaracaktır. Duble yol eşliğinde Gönen ve Atabey tabelalarını geride bırakırken bu iki ilçe ve yöresinin keşfini yaza bırakmaya karar veriyoruz ailecek. Kısa bir süre sonra dün bizi Ispartaya ulaştıran kavşak ve hemen sağımızdaki “Eğirdir” ayrımı karşımıza çıkıyor. Burada dikkat, dün geldiğimiz rota eğirdir gölünün batı yakasından dolaşıyordu. Şimdi ise Eğirdir ilçesi tarafına dönerek gölün doğu yakasından dolaşacağız. İşte bu kavşak, Isparta ile eğirdir ve barla arasında üçlü bir yol ayrımı işaret ediyor.

Eğirdir tarafına dönüyoruz, dağlık arazi kendini belli ediyor hemen, tabii yol ile dağ arasındaki tüm alan meyvelik. Ağaçlar şiir gibi. Bu mevsimde bakım yapılmaz diyenler buraya gelsin. Herkes tarlası ile uğraşıyor. Her bahçenin yanında bir-iki araba durmuş, bahçelerin içinde insanlar didiniyor. Buranın insanı kendisine verilen imkanı en iyi şekilde kullanmayı biliyor, helal olsun. Bu arada bizim arabada da tarlaların bakımına hayran olanlar yok değil!!!

Meyve bahçelerini izlerken bir anda karşımızda gölü buluyoruz. Tepeden ifil ifil görünüyor. Bu manzara geçekten çok özel. Kuşbakışı bu görüntüyü tabiiki kaçırmak mümkün değil diyoruz ve hemen yolun 50 m. yukarısındaki Dağ Komando Okulunun altında sağ tarafta arabamızı yolun kenarına çekiyoruz. Amacımız bir-iki fotoğraf çekmek. Ama ne mümkün. Hemen dağ komando okulundan düdük sesleri... Neyse diyerek iniyoruz ve biraz daha aşağıda müsait bir yerde durarak sıkı esen rüzgar eşliğinde Eğirdir adasını fon olarak kullanıp sırayla fotoğraf çekiyoruz. Buranın yolu acaip işlek. Otobüsler, kamyonlar bayağı kalabalık. Bu arada bulunduğumuz yerin tam karşısında belki de gölün en güzel tepesini görüyoruz. Ancak üzülerek yazmalıyım ki burası vatandaşlara kapalı; askeri tesis olduğu her halinden belli olan büyük bir bina ile kaplanmış. Öteden beri üzülürüm, şehirlerin en güzel yerlerinin vatandaşların kullanımından uzak tutulmasına.


Eğirdir’e iniyoruz. Burası sanki Akdeniz ya da Ege’deki bir sahil kasabası. İnci gibi bir ilçe ve kesinlikle görülmeye değer. küçücük bir köprüyle Eğirdir ilçesine bağlanmış anakara ile birleştirilmiş Yeşiladası, az katlı ve yok olmaya yüz tutmuş eski evleri, tarihi dokusu, uzun kordonu, kalesi vs. Eminim yaz mevsimi burada iğne atsanız yere düşmüyordur. Isparta’ya sadece 30-35 dakika mesafedeki halen çok güzel bu sayfiye yerini 10 hatta 20 sene öncesinde görmeyi çok isterdim.

Eğirdir Yeşilada

Yağmur ha patladı ha patlayacak gibi bir havanın olmasına aldırmadan arabayı şehrin en uzak çıkış noktasına park ediyoruz. Yolun karşısına kordona geçerek yürümeye başlıyoruz ancak fırtına etkisini artırıyor. Hedef önce Yeşilada. Otogarın yanından doğru sağ tarafa yönelerek sol tarafımızdaki şehir merkezini es geçiyoruz. Yürüyüş mesafesi kısa gibi görünüyor ancak mevsim icabı şartlar çetin ve mesafe uzuyor. Küçük limanda hemen o anda balık tutan bir kayıkçıyı selamlıyoruz. Yürümeye devam ediyoruz hafif sağa doğru dönüyor ve ilçeyi yarımadaya bağlayan köprüye doğru giderken hemen solumuzdaki eski ve bakımsız evleri geçiyoruz. Yürüyüşümüzün bu kadar sakin geçtiğini sanmayın. Artık fırtına o denli bir hal alıyor ki neredeyse uçağız gibi bir durumdayız. Hemen yolu sağ tarafında bir kamelyaya canımızı atıyoruz. Yağmur ve fırtınanın dinmeyeceğini anlayınca ara sıra uçacak gibi olamya aldırmadan yola devam ediyoruz. Yoldan geçen arabaları bizi gördükleri halde hızlarını kesmeyerek sıçrattıkları sudan dolayı kalaylamayı da ihmal etmiyoruz. Bu arada bizim gibi iki-üç kişi daha gözünü karartmış hızla arkamızdan geliyor.


İyice ıslandıktan sonra yolun sol tarafında mesire yeri gibi bir yere sığınıyoruz. Ağaçlar bizi yağmurdan kollarken buranın yazın çay bahçesi-açık lokanta gibi bir işletme olduğunu anlıyoruz. Yeşilada’nın en güzel yerlerinden birisi burası. Biraz eyleştikten sonra adaya mesafeyi ve adada gezme süresini de hesaplayarak geri dönmeyi, arabayı alarak tekrar adaya gelmeyi planlıyoruz. Koşar adımlarla geldiğimiz yeri tekrar yürürken şehrin girişine varıyor ve kalenin dibindeki harabe evlerden birinin içine sığınıyoruz. Tam da bu anda yağmur ve fırtına kesiliyor. Eee napalım arabaya dönmeyi erteleyerek önce şehrin içini gezmeye başlıyoruz.

Eğirdir Kalesi

İlk durağımız Eğirdir kalesinin kapısında yeralan Devrandede türbesi. Türbe oldukça küçük bir yapı. Açık yeşil tonunda duvarlar ve beyaz kubbesi ile kalenin kapısını tuttuğu söyleniyor burada. Türbeden sonra doğruca Eğirdir kalesine tırmanıyoruz. Kalenin iki-üç tırmanış yolu var. Bunlardan en iyisi tarihi eğirdir evinin yanından geçen yol. Kalenin yapılış tarihi tam olarak bilinimiyor. Ancak bugüne kadar gelen kalıntıların Bizans döneminden olduğu biliniyor. Surların üzerinde çok da uzun olmayacak bir yolculuk yapabilir ve önünüzdeki göl ile arka taraftaki şehri iyi bir şekilde seyredebilirsiniz. Kalenin tepesinde Osmanlı döneminden kalma top’un yanında fotoğraflar çektikten sonra şehir içine yöneliyoruz.


Dündarbey Medresesi ve Hızırbey Camii

Komado Okulunun etkisi burayı kaplamış. Sokaklar izindeki askerlerle dolu ve bu özellik şehirdeki dükkanların yapılanmasını etkilemiş. Sanıyorum mevsimin de etkisiyle ağırlıklı olarak askelere yönelik malzemeler satılıyor. Merkezdeki ilk durağımız Dündarbey Medresesi. Medrese bugün kapalı çarşı olarak kullanılıyor. İçinde hediyelik eşya dükkanı da dahil olmak üzere birkaç dükkan var. Ancak bu dükkanlar da buraya özgü orjinal hatıra eşya bulmak pek kolay değil. İşin meraklılarına; belki yaza daha elverişli hatıra eşyaları bulabilirsiniz. Dündarbey medresesi ya da taş medrese ilk olarak 1237 yılında Selçuklu Sultanı II. Gıyasettin Keyhüsrev zamanında han olarak yapılmış ancak 1301 yılında Hamidoğlu Dündar Bey tarafından Medrese haline getirilmiştir. Medresenin girişinde tüm fotoğrafçılar harekete geçmiş durumda çünkü medresenin girişinde büyük bir taç kapı var ve bu kapının etrafı etkileyici bir biçimde süslenmiş. Medrese iki katlı ve ortasında avlu yer almakta.

Avlunun diğer tarafında ise Hızırbey Camii bulunmakta. Oldukça büyük bir cami. İçi çok ferah. Tam namaz vakti olduğu için manevi atmosfer çok daha etkileyici. Camide biraz oturduktan sonra tekrar çıkıyoruz. Arabaya doğru gidiyoruz artık.... Eğirdir paragrafına başlarken keşke 10-20 sene önce burada olmalıydı demiştim. Eğirdir dağının etekleri ne yazık ki çirkin yapılaşmadan nasibini almış. Ben şikayet ediyorum ancak on sene sonra burayı görecek olanlara üzülmemek de elde değil.


Tekrar Yeşilada (bu sefer arabayla)

Arabaya bindikten sonra tekrar Yeşiladaya yöneliyoruz. Ada gezilecek yer kaynıyor. Pansiyon ve lokantalar çok fazla ki mevsiminde ne kadar müşteri potansiyeli olduğunu anlıyoruz. Adanın arka tarafına doğru yöneliyoruz ve ilk durağımız küçük tekneler için yapılmış barınak. Oldukça şirin bir yer. Yaz mevsiminde Eğirdir’e gelerek burada konaklamak ve adanın etrafını gölün tatlı esintisi eşliğinde yürüyerek dolaşmak muhakkak sıkça yapılan bir şeydir diye düşünüyoruz.


Ayastefanos Kilisesi ve Muslihiddin Dede Türbesi

Barınaktan sonra yine şirin pansiyonlar (Allahtan burada çok katlı yapılaşmaya izin vermemişler) ve yazı iple çeken lokantalar eşliğinde Ayastefanos Kilisesine geliyoruz. Kilise oldukça büyükmüş vaktiyle. Şu an haliyle boş ve içi bayağı restorasyon gerektiriyor. Bir taraftan bu tür yapıların bir an önce iyi bir hale gelmesini dilerken diğer taraftan da örneğin Yunanistan’da acaba kaç tane caminin bu haliyle de olsa ayakta kaldığını merak ediyoruz. Kilise 19.yy.da inşa edilmiş. Daha yakın zamana kadar buradaki rum nüfusun etkisini gösteren kilise Kudüs yolunda hristiyan hacılar için uğrak bir noktaymış.


Yola devam ediyoruz. İşte medeniyetler şehri. Bu sefer de Şeyh Muslihiddin Dede türbesine uğruyoruz. Dedenin mekanı mezarlığın hemen yanında. Kat çıkarak mekana giriyorsunuz. Bu arada mezarlıktaki mezar taşları oldukça eski. Sadece İstanbuldaki mezar taşları için bir tez yazıldığını biliyorum ve bu işin ilmini yapanlara ve meraklılarına duyuruyorum. Eğirdir mezarlığı sizin için cazip olabilir.


Yeşiladaya vedayı az önce fırtına ve yağmurdan kaçarken sığındığımız mesire yerine uğradıktan sonra yapacağız. Bu mesire yerinin göle bakan arka tarafında arabaları park ederek seyir yapmak mümkün. Bu mevsimde dahi piknik yapanlar var. Arabada oturuyor ve gölün her tarafını kaplamış olduğunu daha önce belirttiğimiz sıra sıra su kuşlarını son kez izliyoruz.


Eğirdir Prostanna Antik Kenti

Eğirdir’i terk etmeye hazırlanırken tam çıkışta sağ tarafta bir tabela görüyoruz: Prostanna Antik kenti. Hemen direksiyon kırılıyor ve tırmanış başlıyor. Yol kıvrımlı ve kimi yerde çok daralıyor ancak gerçek Eğirdir manzarası işte burada diyorsunuz. Yolun kenarında ara ara kaybolsa da evler kaplamış. Çitler yola girmiş çoğu yerde ve bayağı bir tırmanıyorsunuz. Yol düzgün ve 10 dakikalık bir tırmanışın ardından Akpınar köyüne geliyorsunuz. Köyden antik kente giden yol oldukça kısa ancak yol bu noktadan itibaren toprak hatta çamurlu hale geldiği için normal araba ile buradan gidebilmek çok zor. Prostanna Antik kentini uzaktan seyrediyoruz. Ancak yazın Eğirdir’den buraya trekking yapmak ve kenti gezmek iyi bir alternatif çünkü göl tamamne ayaklarınızın altında aynı Barla’daki seyir zevki gibi. Prostanna şehri geniş bir alan yayılmış. Buradaki kazılar çok detaylı değil ve kente dair bilgiler sınırlı. Kalıntılar ve yer yer sur duvarları göze çarpıyor ancak burada daha çok çalışılması lazım.


Eğirdir Kervansarayı

Prostanna’yı inerken Eğirdir ve gölüne biraz daha ama bu sefer daha da işlenmiş bir şekilde bakmaya devam ediyoruz. Anayola indikten sonra içimizde güzel bir geziyi sonladırmanın ilk anlarının verdiği hüzün varken yolun sağ tarafında Eğirdir Kervansarayını buluyoruz. Kervansaray yıkılmaya yüz tutmuş kalıntılardan ibaret. Burası Selçuklu devrinin eseri. 1237 yılında G.Keyhüsrev tarafından yaptırılmış. Dönemin en büyük hanlarındanmış zira gerek ticaret gerekse askeri amaçlı kullanılıyormuş. Bu yapıları görünce üzülmemek elde değil. Ne olurdu biraz daha iyi bir halde günümüze ulaşsaydı ve o dokuyu yaşayabilseydik. Kervansarayı daha iyi görmek için yandaki mezarlığın duvarlarına giriyoruz ama nafile...


Sanıyorum Eğirdir’i okurken ne kadar çok yerden bahsettiğimi anladınız. İşte Eğirdir ilçesi böyle bir yer, sizlere hazine derken bunu kastetmiştim... Anayol, göl kıyısından devam ederken biraz genişliyor ve Aksu, Zindan mağarası, Sütçüler ve Kovada gölü milli parkı ayrımın geçiyoruz. Geçiyoruz ama anladığınız üzere ahlar geçirerek ve “neyse buralar da başka zamana” diyerek.

Eğirdir Gölünün Doğu Yakasından Ankara’ya Dönüş


Yol belli bir süre daha göl kenarından devam ediyor ancak bu noktada virajlar artıyor ve havanın yağışlı olmasının da etkisiyle yavaş giden araçlarla konvoy halinde devam ediyoruz. Bu sefere sağ tarafımız dağ solumuz ise göl. Ancak manzara aynı gerek göle kadar olan alan gerekse dağa kadar olan alan hep meyvelik ve hep elma. Tarlaların tamamı yine verimli yine bakımlı. Bin defa maşallah diyerek devam ediyor ve yavaşça göl kıyısından ayrılan yolu takip ediyoruz.

Elma Diyarı Gelendost

Sırada Gelendost ilçesi var. Eğirdir’den burası 45 km civarında. Burası tam anlamıyla elma deposu. Zaten şehrin girişinde kocaman bir elma maketi var. Yol boyunca yine işleme tesisleri yine soğuk hava depoları. Kamyonlar ve yığınla sırasını bekleyen meyve kasaları. Gelendost, yöredeki diğer ilçelere göre daha kendi haline mütevazi bir ilçe. Adetimiz olduğu üzere şehir merkezine bir göz atalım diyoruz. Selçuklu-Osmanlı havası tüm yörede olduğu gibi burada da var. Şehir merkezindeki 1878 yılı yapımı Abdülgaffar Camini içine de girerek ziyaret ediyoruz. Burada dikkatimizi çeken bir başka şey fazlasıyla dondurmacı dükkanının bulunması. Elveda Gelendost...

Yola devam ediyoruz. Gelendost’tan Akşehir’e gitmek için önce Yalvaç ayrımına çıkarak, geldiğimiz yola çıkacak ve Yellibel üzerinden Akşehir’e ulaşacağız (Gelendost-Yalvaç arası yaklaşık 25 km.). Ancak siz farklı bir rota da izleyerek 8-10 km. kazanabilirsiniz. Eğer Gelendost’tan devam ederken Şarkikaraağaç sapağına dönerseniz 15 km. sonra tekrar bir Akşehir ayrımı ile karşılaşacak ve Yalvaç ayrımını görmeden doğrudan Akşehir yoluna gireceksiniz. Farklı yollar keşfetmeyi adet bilen tüm yol gezginlerine tavsiye edilir.

Dönüş Yolunda Kar

Yellibel’e çıkarken bir telaş alıyor arabadakileri. Zira bu sene görmediğimiz yoğunlukta bir kar yağışı başlıyor. Kaptan haricindeki herkeste bir tedirginlik oluşuyor ancak sağ salim Akşehir’e iniyoruz ve not defterimize bu kar yağışı tatlı bir anı olarak kaydediliyor. Yolun bundan sonraki kısmında (pek de adetim olmadığı üzere) kestiren bendeniz gözümü Bolvadin’de açıyorum. Bu yörenin etinin iyi olacağını düşünerek Bolvadin merkeze giriyoruz.

Son Nokta Bolvadin Merkez

Bolvadin ilçesinin tarihi olduğunu yukarıda zaten belirtmiştik. Burası da aynı Isparta yöresi yerleşimleri gibi Selçuklu-Osmanlı havası kokuyor. Çarşı içinde henüz bir hafta önce açılmış bir lokantaya gidiyoruz ve köfte ekmek istiyoruz. Yarım ekmek köfte 2 TL. Gerek köfteci gerekse uğradığımız kasaptan edindiğimiz izlenim burada fiyatların düşük olduğu. Hele tatlı aldığımız pastanenin sahibinin tok gözlülüğü bizi çok etkiliyor. Sağ olsun... Buradan gayet memnun bir şekilde ayrılıyor ve Ankara’ya doğru yola devam ediyoruz.

09.02.2010-Ankara

5 yorum:

  1. Kaleminize saglik. Güzel bir gezi yazisi. Tesekkürler Aksehir icin :))

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. Ispartamızı bu kadar güzel anlattığınız için uyan 32 haber sitesi olarak teşekkür ederiz.

    Isparta Haber - https://www.uyan32.com/

    YanıtlaSil